21 Mayıs 2017 Pazar

Ebu Yusuf

Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanife'den sonra gelen büyük Hanefi fâkihlerinden biri .

Adı Ya'kub b. İbrahim el-Ensârî'dir. Irak bölgesinin fâkihi kabul edilen Ya'kub 113/731 yılında Kûfe'de doğdu. Yûsuf adlı bir oğlu bulunduğu için Ebû Yûsuf (Yûsuf'un babası) lakabıyla meşhur oldu. Ailesi fakirdi ve Ebû Hanife'nin yardımıyla ilim tahsiline başladı.

Atâ b. es-Sâib, Muhammed b. İshâk b. Yesâr ve Leys b. Sa'd gibi büyük hadisçilerden hadis okudu ve "hadis hafızı'' oldu. Ebû İshâk eş-Şeybânî, Süleyman et-Temimî, Yahya b. Said el-A'meş gibi fâkihlerden ders dinledi. İbn Ebî Levlâ'nın önemli fıkhı problemlerde İmâm-ı Azam'ın ictihadlarına başvurduğunu görünce, ondan ayrılarak Ebû Hanife'nin derslerine devam etmeye başladı. Onun usûlünü benimseyerek "mutlak müçtehid" pâyesine ulaştı. Ebû Hanife onun için şöyle demiştir: "Hem baş kadılığa hem fetvâ makâmına lâyık iki talebem vardır. Bunlar Ebû Yûsuf ile Züfer'dir" (ibn Bezzâzı, Menâkıbu'l-imâmi'l-Âzam, II, 125). Ebû Hanife'nin derslerine onaltı yıl devam eden Ebû Yûsuf, bu arada Kûfe'ye gelen ünlü tarihçi Muhammed b. İshâk'tan İslâm Tarihi (Meğazî) okudu. Ebû Hanife'nin 150/767 yılında vefâtı üzerine Bağdad'a geldi. Halife Mehdî tarafından kadı tâyin edildi. Hâdi ve Harun er-Reşid devirlerinde de kadılık yaparak ilk defa "Kâdi Kudât (Kadılar kadısı-Baş kadı)" ünvânını aldı. Onaltı yıl kadılıktan sonra, 183/798 yılında vefâtı üzerine yerine oğlu Yûsuf kadı tâyin edildi (ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarabâd 1957, 1/292; İbn el-İmâd, Şezerâtü'z-Zeheb, 1/298, 300, 321; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s.295).

Ebû Yûsuf güçlü hukuk mantığı ve ince zekâsıyla kendisine gelen fıkıh problemlerini rahatlıkla çözüyordu. Bir gün Harun er-Reşîd, "Bu gece ülkemde yatarsam benden üç talak ile boş ol" diyerek hanımı Zübeyde'yi boşadı. Fakat sonradan pişman olarak âlimlerden fetvâ istedi. Ebû Yûsuf Kur'ân'daki bir âyete dayanarak "Câmilerde yat, çünkü câmiler senin değil Allah'ındır" dedi (el-Cin, 72/18).

Taberî, Ebû Yûsuf'un re'ye fazla başvurması, Sultan'a yakınlığı, kadılık yaparken yöneticileri memnun etmek için çalıştığından dolayı bazı ulemânın ona karşı hadis rivâyetinde çekingen davrandığını söylemektedir (İbn Abdilberr, el-İntikâ, s.173). Ebû Yûsuf ikinci fukahâ tabakasından sayılmıştır. İmam, örf âdet ve toplumsal şartların değişmesi sebebiyle, nassların hayâttâki bütün ayrıntıları kapsamadığını, dolayısıyla zaman, zemin örf ve âdet ortamının değişmesiyle hüküm ve ictihadların da değişebileceğini savunmuştur. Bu bakımdan nassların teşrî hikmetini âdet ve toplumsal şartların, sosyal değişmenin yönünü iyi değerlendirerek, yeni olaylar karşısında nassların ruhunâ uygun fetvâlar vermiştir. Böylelikle o, nassların hükmünü hâdiselere uygulamış ve yeni olaylar karşısında dinî teşrîden ayrılmadan meselelere ictihadla çare bulmuştur. Bazı fakîhler Rasûlullah'ın hadisinin lâfzına bağlanarak, buğday, arpa, hurma ve tuzun birbiriyle her zaman ölçülerek satılacağını, aralarındaki eşitliğin tartı ile değil, ölçü ile tesbit edileceğini ileri sürmüşlerdir (İbn Âbidin, Neşru'l-Âf fî binâi Ba'zi'l-Ahkâm ala'l-Urf, Mecmûatü'r-Resâil içinde, II, 125). Halbuki İmam Ebû Yusuf alış-verişte artık teâmül haline gelen altınlar arasındaki eşitliğin ölçü ile, buğdaylar arasında da tartı ile tesbit edileceğine dair hüküm vermiştir (İbn Âbidin, a.g.e., 118). O bu ictihadı ile nassa muhâlefet etmemiş, zikredilen hadisin vürûdu zamanında bahis konusu ölçü ve tartı meselesinin o günkü şartların ürünü olduğunu bu yüzden de hükmün o şartlara göre konulduğunu söylemiştir. Sonraki yıllarda tartı ile satılan şeyler eğer o zamanki ticârî ortamda da cârî olsaydı, hüküm de ona göre olacaktı. İbn Âbidin (v. 1252/ 1836) altın ve gümüş paranın ondokuzuncu yüzyılda artık tartı ve ölçü ile değil, sayılarak mübâdele edildiğini belirtmiş ve Ebû Yûsuf'un büyük bir ribâ kapısını kapatmış olduğunu söylemiştir (İbn Abidin, a.g.e., 1 18). Fıkhı hükümlerin çoğu nassların açık dalâletinden değil, kapalı delâletinden istinbat veya kıyas yoluyla elde edilmiştir. İctihad işte burada sözkonusu olmakta ve müctehidler, yaşadıkları ülke ve zamanın icaplarını gözönünde bulundurarak katı ve donuk nasslaştırma yoluna gitmemişler, böylelikle kolaylığı güçleştirmemek suretiyle de din ile hayatın arasının kopmasına mani olmuşlardır. Ebû Yûsuf bu alanda üstadı Ebû Hanife'yi de geçmiş, hattâ çoğu meselede ona muhâlefet etmiştir ve kendi zamanında ortaya çıkan örf ve âdet hukukuna uygun olarak kendisi ictihad yoluna gitmiştir. Meselâ Ebû Hanife zamanında toplumda ahlâk bozukluğu yoktu ve İmam bu nedenle açık adaleti öngörmüştü. Halbuki Ebû Yûsuf zamanında ahlâk bozulduğundan o da Ebû Hanife'nin fetvasıyla değil, kendi ictihadıyla amel etmiştir. Yine, Hz. Ömer'in Hayber'den hissesine düşen arazisini vakfetmesiyle ilgili rivâyetini öğrenen Ebû Yûsuf, vakıfların satılmasının câiz olduğu görüşünü savunan üstâdı Ebû Hanife'nin görüşüne karşı şöyle demiştir: "Bu, (Hz. Ömer'in icraatı) muhâlefet edilmesi mümkün olmayan bir husustur. Eğer Ebû Hanife bunu duymuş olsaydı onu kabul eder ve ona muhalif bir görüşü ileri sürmezdi." İşte bu büyük imamlar, böylesine geniş bir istinbat özgürlüğünü geliştirmişler, üstelik katı bir mezhep taassubunu da savunmadan ve aynı mezhep içerisinde veya farklı mezheplerde de olsalar daima birbirleriyle görüş ve rey alışverişinde bulunarak ümmetin sorunlarını gidermeye çalışmışlardır. Hanefi mezhebinde yakın zamanlara kadar, hattâ günümüzde de fetvâların çoğu, Ebû Hanife'den ziyade Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'in görüşünce verilmektedir. Çünkü büyük imamın mezhebini tedvin eden bu iki talebesidir ve birçok görüş ve ictihadını geliştiren de yine onlardır.

"Müslüman nerede bulunursa bulunsun İslâm hükümlerine bağlıdır." diyerek hocasına muhâlif kalan Ebû Yûsuf'tur. O bu görüşüyle hükümlerin şahsiliği ilkesini kabul etmiştir. Yani bir hüküm yalnız İslâm ülkesinde değil, her yerde yaşayan müslümanlara tatbik olunacaktır. Bir İslâm ülkesinin harp ülkesi haline gelmesi için orada küfür ahkâmının uygulanması yeterlidir diyerek hocasına muhâlif kalan yine Ebû Yûsuf'tur... Bu genişlik ve kolaylık, bu ihtilâfın rahmeti sünnettir, izlenen usul de sünnetten alınmıştır.

İmam Ebû Yûsuf ictihadlarında hadîse önem vermekle birlikte, daha çok re'ye bağlı idi. Hakkında nass bulunmayan meselelerde sahâbe'nin sonra da Ebû Hanife'nin içtihadlarına başvurur, eğer bunlarda bir çözüm bulamazsa, kendi re'yi ve kıyası ile hareket ederdi. Hanefi fıkhı, Ebû Yûsuf sayesinde yaygınlaşmıştır. Çünkü o, kadılık görevini üstlenmekle Hanefi mezhebinin bizzat uygulanmasını sağlamıştır. Kadılığı sırasında halkın çözülmesi gereken problemleri ile karşı karşıya gelmiş, bunları çözme yollarını araştırmıştır. Bu yüzden onun istihsanları ve kıyasları bizzat hayattan alınmıştır. A'meş ve İmam Mâlik'ten hadis öğrendi. Yahya b. Mâin ondan hadis rivâyet etti. Hanefi fıkıh usûlüne ait ilk eseri o yazdı (Osman Keskioğlu, Fıkıh Târihi, Ankara 1980, 82-86).

Ebû Yûsuf'un 
bilinen eserleri şunlardır: İhtilâfü'l-Emsâr, Edebü'l-Kâdı alâ Mezhebi Ebî Hanife, E'mâlı Fi'l Fıkh, Kitâbü'l-Büyû', Kitâbü'l-Cevâmî, Kitâbü'l-Hudûd, Kitâbü'l-Harâc, Kitâbü'r-Red alâ Mâlik b. Enes, Kitâbü'z-Zekât, Kitâbü's-Salât, Kitâbü's-Sıyâm, Kitâbü's-Sayd ve'z-Zebâih, Kitâbü'l-Gasb, Kitâbü'l-Fevâiz, Kitâbü'l- Vesâyâ, Kitâbü'l-Vekâle, el-Asl, Kitâbü'r-Red alâ Siyeri'l-Evzâî, İmlâ.

İmam Ebû Yûsuf'un hocaları arasında, Ebî Leylâ, Ebû Hanife, Mâlik b. Enes, Süfyân b. Uyeyne, İsmail b. Uleyye, İbn-Cureyc, Hasan b. Dinar, Hanzala b. Ebû Süfyân, Hişâm b. Urve, Ebû İshâk eş-Şeybânı, Süleyman et-Temîmi en meşhurlarıdır (ö.Nasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 392). Ebû Yûsuf'un Kitâbu'l Harac'ı, Muidzâde (H. 982) ve Rodosluzâde Muhammed (1113/1701) tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiş, Ali Özek tarafından da yeni Türkçe'ye çevrilmiştir (1970). Eserin Fransızca tercümesi 1921'de, İngilizce tercümesi de 1958'de basılmıştır. Kitabın 1896'da basılan bir edisyon-kritiği de vardır. Ebû Yûsuf'un yazdığı ve İmam Muhammed'in tertiplediği "el-Mebsut", Hanefi fıkhının başta gelen kaynaklarındandır. Kitabın çeşitli bölümleri ayrı ayrı yazıldıktan sonra biraraya getirilmiştir. El-Câmiu's-Sağir (hâşiye) de bin beşyüz küsûr fetvayı kapsar. Eskiden kadıların bu kitabı ezbere bilmeden tâyin edilmedikleri söylenmiştir. el-Cüzcânî'nin düzelttiği el-Mebsut bugün için de en iyi başvuru kaynağı sayılmaktadır. İslâmî toprak hukukunda Ebû Yûsuf'un tesiri görülmektedir. Metruk arazinin ikta olarak verilmesi sisteminin asr-ı saâdette uygulandığını belirten, Hz. Peygamber'in toprakları çeşitli kimselere verdiğini, halifelerin de gayrimüslimlere İslâm'ı sevdirmek ve boş kalan toprakları ektirmek için aynı siyaseti devam ettirdiklerini söyleyen Ebû Yûsuf, Hz. Peygamber'den şu hadisle sonuca varmıştır: "Metruk arazı, Allah'a ve Peygambere sonra da size aittir. Bir kimse sonradan bunları ihyâ ederse bu onun malı olur, fakat onu ekmeden üç yıl bırakan kimse bu hakkını kaybeder" (Ebû Yûsuf, Kitâbu'l-Haraç, 66 vd.).

Halife Harun er-Reşid için yazdığı bu kitabında Ebû Yûsuf devletin maliyesi ve gelir kaynaklarını tafsilatıyla yâzmıştır.

Fıkıh bâblarına göre tertiplediği Kitâbu'l-Asâr'ı ise, Ebû Hanife'nin müsnedidir. Ebû Hanife'nin rivâyet ettiği hadislerle, hükümlerinde dayandığı hadisler, hadis şartlarını, Tâbiînin Kûfe ve Irak fukahâsından seçilmiş fetvâları bu kitapta bulmak mümkündür.

"İhtilâfu Ebu Hanife ve İbn Leylâ" adlı kitabında da, bu iki imamın ihtilâf ettikleri meseleleri ele almıştır. Kitabı İmam Muhammed rivâyet etmiştir. Bu kitap İmam Muhammed'in eseri sayılmıştır. Kitap o çağdaki imamların ihtilâfını nakletmesi bakımından değerlidir .

Harb ahkâmı, emân verme, mütâreke, ganimet ahkâmı konularında Ebû Hanife'ye muhâlefet eden Evzaî'ye karşı yazdığı "Kitâbu'l-Red alâ Siyer-i Evzâî" adlı kitabında Evzâî'nin görüşlerini reddetmektedir. Kitap aynı zamanda hadis ehli ile rey ehli arasındaki ihtilâfları da ihtiva etmektedir.

31 Mart 2017 Cuma

Yarbay Hasan bey'in Dilinden

Ben yarbay hasan. Yıllarca memleketime kaymakam olarak hizmet verdim. Bu görevimi sürdürürken cihan harbi patlak verdi. Savaşa katılıp asker olmak konusunda bazı şüphelerim vardı. Tam bu sırada churcil’in “biz son haçlı seferini gerçekleştiriyoruz, Anadoluda öldürülen şovalyelerimizin intikamını alacağız” dediğini duydum. Artık yerimde duramazdım. Hemen askerlik şubesine başvurdum, yarbay rütbesiyle orduya alındım, tayinim Çanakkaleye düşmüştü. Düşmanla canhıraş bir mücadele içerisindeydik, yağmur gibi üzerimize yağan top mermilerinden kendimizi korumaya çalışıyorduk, evladımdan daha yakın gördüğüm askerlerim teker teker şehit oluyorlardı. Neyseki sonunda toplar sustu artıkı siper savaşı başlamıştı, siperleri düşmana teslim etmeyecektik gerekirse hepimiz şehit olacak bedenlerimizle yollarını tıkayacak onlara geçit vermeyecektik. O, haçlarını İstanbul’un Anadolunun bağrına hançer gibi saplamalarına izin vermeyecektik. Analarımızın bacïlarımızın namusuna el süremeyeceklerdi. Biz bedrin arslanlarından ilham almıştık. Bizim hedefimiz maşukumuzun Allah ve Rasülünün yolunda en yüksek mertebeye şehadet mertebesine ulaşmaktı. Ölüm bizim için yeni bir bahardı…
          Ve göğüs göğüse geçen mücadele bitmişti. Meydanı dolaşıyor yaralılarımızı alıyor şehitlerimizi defnediyorduk. Bu sırada yerde kımıldanmakta olan bir fıransız askeri gördüm. Ben bir müslümandım ve bir müslümana savaşta dahi olsa yaralı birini öldürmek yakışmazdı. Yardım etmek maksadıyla doğrultmaya çalıştım, tam bu sırada göğsümde çeliğin soğukluğunu hissettim, kanım oluk oluk akıyordu, kurtarmaya çaliştığım düşmanım tarafından bıçaklanmıştım. Artık tek düşündüğüm havz-I kevserin başında allah rasülüne: “Ananm babam sana feda olsun ya Rasülellah” demekti. Birden irkildim askerlerime beni hemen kaldırmalarını emrettim, göğsümden kan akmaya devam ediyordu, bense aldırmadan masum bir yavru gibi ellerimi göğsümde birleştirmiş şehadet getiriyordum, ve dudaklarımdan maşukunun karşısında dili düğümlenen aşık gibi: ” Neden zahmet ettiniz ya Rasülellah” sözleri dökülüyordu. Artık bu alemde işim bitmişti ve beni iki cihan serveri efendimiz karşılıyordu…
             Ve siz değerli dostlar, sizde öldüğunuzde Allahüteala’nın en sevgilisi tarafından, size hayranlıkla bakan, keşke yerinde ben olabilseydim diyen melekler tarafından karşılanmak istiyorsanız hiçbir zaman sünnet-I seniyyeyi Allah ve Rasülünün sevgisini kalbinizden hayatınızdan çıkarmayın…

19 Mart 2017 Pazar

Yarbay Hasan Bey

" Çanakkale’de 17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey, askerleriyle birlikte ilerliyordu. Kilitbahir köyünün ortasındaki meydan çeşmesine kadar geldiler. Çeşmenin önündeki Hasan Bey'in dikkatini bir şey çekmişti.. Üzeri yara bere içerisinde ve tüyleri dökülmüş bir köpek su içmek için çeşmeye yanaşmaya çalışıyor, onun bu perişan durumunu görenler taş atarak köpeği çeşmeden kovuyorlardı. Hasan Bey bu duruma çok üzüldü, atından indi köpeğin üzerindeki yaralara aldırmadan onu kucağına aldı ve çeşmenin yanına götürdü. Hayvana su içirdi, yaralarını temizledi. Ardından karnını doyurdu ve köpeği alarak yoluna devam etti. O günden sonra köpeği yanından hiç ayırmadı Hasan Bey... Adını da Canberk koymuştu. Canberk kısa zamanda tüm Mehmetçiklerin dostu olmuştu. Tüyleri yeniden çıkmış, yaraları ise bütünüyle iyileşmişti. Askerler soruyorlardı Hasan Bey’e:
“Komutanım, bu köpeğe neden bu kadar ilgi gösteriyorsunuz?”
Yanıt; “Yüce Allah’ın, kıyamette 'bu köpeğe neden merhamet etmedin?' demesinden korkuyorum!”
*** Arada, toplumsal konulara parmak bastığımızda ya da duyuncumuzu (vicdanımızı) kıpırdatmaya yönelik paylaşımlar yaptığımızda, çizgimizin bu olmadığına yönelik tepkilerle karşılaşıyoruz. Sanki acılar arasında ayrım yapıyormuşuz gibi suçlanıyoruz. Can taşımanın ne olduğunu bilmeyen yoktur. Yaşamak tatlıdır. Bu tat yalnızca insana özgü değildir, bilmenizi isterim.