18 Ocak 2014 Cumartesi

Kul hakkı nedir ve ahirette nasıl hesaplaşılır?

Kul hakkı o kadar öneme haizdir ki, Allah cc.'ın hakkından bile önce geldiği ifade edilmektedir. Peki kul hakkı nedir? Ahirete intikal eden haklar nasıl bizi etkiler. Belli başlı hak meseleleri ve toplamdan hali olamayan bizlerin bilmesi icap eden muaşeret adapları nelerdir?

Kul Hakkı Nedir?:

Bir kulun diğer bir kuldan dünya ve âhire âit alacağı demektir.

Cenab-ı Hak Kur'anı Mübinde:

Ey Mü'minler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla (şeriatın haram kıldığı fâiz, kumar, hırsızlık, gasb, zorbalık, hıyânet, sefâhat ve israf ile) yemeyin. Ancak birbirinizden hoşnut olarak karşılıklı ticâret yolu ile olursa (yiyebi-lirsiniz.) Kendi kendinizi öldürmeyin. (Veya nefsinizden sayılan mü'mini öldürmeyin. Veyâ kısas icâb eden cinâyetleri işleyerek kendi ölümünüze sebeb olmayın. Veyâ nefsinizi, tehlikeye atarak öldürmeyin. Ey Muhammed Ümmeti!) Şübhesiz Allah size merhamet eder. (Haram yemenize ve nefsinizi öldürmenize müsaade etmez. İsrâil-oğullarına, isyanları sebebiyle kendilerini öldürmelerini emretmişken, sizi ondan meneder.) ( Nisa 29 )
Hadisi Şerifte ise şöyle buyruluyor:

"Ben ancak insanım. Elbette bana iki hasım gelir. Bazınız diğerinden daha iyi konuşabilir. (Hakkını savunabilir.) Ben de onun haklı olduğunu sanırım da buna göre lehine hükmederim. Böylece bir müslümanın hakkını başkası lehine hükmetmiş olursam bu hüküm ateşten bir parçadır. (Haksız olan) ister onu alsın ister bıraksın.)"
Kul hakkı, Allah' hakkından önce gelir. Çünkü kul âhirete muhtaç, Allah' ise ganîdir. Bu sebeble borçlu kişi zekat ve hacla mükellef değildir.
İmam-ı Serahsî Rh.A. “Şehid’in kul hakkından başka bütün günahları affolunur” buyurdu.

Yine başka bir hadisi şerifte :

“Kim din kardeşine zulmetmişse, altın ve gümüşün fayda vermediği gün gelmeden önce ondan helallık istesin. Çünkü yarın haksızlığı kadar iyi amelinden alınır; iyi ameli yoksa haklının günahından zulmü kadar haksıza yüklenir. ( Meşarikul-envar)

Müslümanın müslüman üzerinde hakkı beştir:
1- Selamına cevap vermek
2- Hastalanınca yoklamak.
3 Ölünce cenazesine gitmek
4- Davetine icabet etmek.
5-Aksırıp Elhamdülillah deyince “Yerhamükellah” demek.
Abni Abidin’de deniyor ki:
Hak sahibi hakkını helal etmezse Kıyâmet günü haksızdan yarım gıram gümüş değerinde hak için-cemaatla kılınmış ve kabul olmuş yediyüz vakit namazı alınıp alacaklıya verilir.
İmam-ı Rabbani buyurdu:
İşlenen günahlarda kul hakkı varsa:
a. Hemen ödemek,
b. Helalleşmek,
c. Ona iyilik ve duada bulunmak, lazım.
Ölmüşse: Dua ve istiğfarla birlikte varisle-riyle helallaşmak lazımdır.

Burada şu hikaye zikredilebilir:
Nüşirevan öldüğü zaman tabutunu dolaştırıp kimin hakkı varsa gelsin alsın denildi. Bir fert çıkıp hak talep etmedi..
Rasûlüllah Efendimiz irtihalinden iki gün önce: “Kimin malını almışsam işte malım gelsin alsın. Kimin sırtına vurmuşsam işte sırtım gelsin vursun...
Eshabdan biri üç dirhem alacağı olduğunu iddia etti, derhal verildi Diğeri harbde sırtına kırbaç geldiğini söyledi.. ilah..
Beyhaki Amr bin A.S.'ın oda oğlu Abdullahdan rivayet ediyor:
Hz. Ebubekir bir cuma namazından sonra “Sadaka develerini hazırlayıp taksim edeceğim. İznim olmadan kimse yanımıza gelmesin dedi.
Bir kadın kocasının eline bir deve yuları verip “git Ebubekir’i bul belke sana da bir deve verir. Alıp gelirsin” dedi.
Hz. Ebubekir’in emrinden haberi olmayan adam gidip, ömerle birlikte devlerle meşgul olan Ebubekiri bulur.
Hz Ebubekir “Niye geldin, kimse iznim olmadan gelmesin demedim mi” buyurup adama yuları vurur.
Taksimden sonra yuları adamın eline verip “Benim vurduğum gibi sen de bana vur” buyurur.
Hz. Ömer:
“Senin vurduğun gibi vuramaz. Eğer öyle yaparsa adet haline gelir;
Hz. Ebubekir:
Kıyamet gününde beni bundan kim kurtarır?
Hz. Ömer:
Başka türlü razı et.” der.
Ebubekir oğluna “Yükü ile birlikte bir deve bir parça kadife içinde beş dinar vermesini söyler ve memnun eder.

Ebû üreyre (R.A.)
-Ya Rasûlüllah, bir kimse haksız yere malımı almak isterse ne yaparım?
- Vermezsin
- Bu uğurda mukatele ederse?
- Sen de mukatele edersin.
- Ya beni öldürürse?
- Şehid olursun.
- Ya ben onu öldürürsem?
- Cehennem de olursun.
H.Ş.:Malı uğrunda öldürülen şehiddir.

Hikaye:
İbni Sirin’e birisi gelip:
-Ben seni gıybet etmiştim; hakkını helal et.
-Allah'ın haram kıldığı bir münkeri ben helal edemem. Ben ancak bana ait olanı helal edebilirim.”

İmam-ı Azam Hz nin babası Sabit Hz nin elma hadisesi kul hakkı için nelere katlandığının yine başka bir misalidir.
H.Ş. “İşçinin ücretini teri kurumadan verin.
H.Ş. Bir kimse çalıştırdığı işçinin ücretini teri kurumadan vermezse Allah' ona rahmat naza-rıyla bakmaz.
H.Ş. Bir kimse çalıştırdığı işçinin ücretini vermezse ben onun hasmıyım. (Buhari C.3 S 50)
H.Ş. İşçilere yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin ve güçlerinin yetmediği işleri yüklemeyin. Şayet güç işler verirseniz onlara yardım edin. Zira hizmetçinin işinden hafiflettiğin her şey kıyamet günü mizanda senin için sevap olacaktır.

Cemiyet hayatında muaşeret kaideleri:
1- Hoşgörü sahibi olmak. H.Ş. Hoş gör ki, hoş görülesin.
2. Mütehakkimâne değil, mütebessim çehre ile hitab etmek:
3. Sokakta giderken hiç kimsenin arkasın-dan seslenmemek.
İmam-ı Âzam Rh.A. talebesi Ebû Yusuf’a: “Kimseyi arkasından çağırma, biri seni arkadan çağırırsa dönüp bakma zira arkasından çağırılan hayvandır.
4. Aksırma, öksürme gibi durumlarda ağzını kapamalı ve arkasını dönmeli..
5. Gülmek icab ettiren bir şey yokken gülmemeli ve toplulukta iki kişi birbirine göz kırparak anlaşmamalı. Fısıltı halinde konuşmamalı.
6. Büyüklere - hocamıza -üstamıza - tecrübesinden istifade ettiğimiz yaşlılara hürmet etmeli Bunlar hem Hakk’ın rızasını hem onların hoşnutluğunu kazanmağa sebebdir.
7. Otobüs, dolmuş gibi vasıtalarda büyükle-re yer vermek
Mekke’ye 16 km. Uzaklıktaki Cirane mev-kiinde Rasûlüllah Efendimiz Süt validesi Halime-i Sadiye Hz. Lerini gördü. Ayağa kalktı ve cübbesini yere serip onu oturttu. Eshab-ı Kiram bunu gördüler ve örnek aldılar. Daha sonra Ebubekir ve Ömer (R.A.) da Halime validemize aynı şeyi yapmışlardır.
8. Bir toplantıya gideceğimizde el ve ayak temizliği yapmalı.
9. Cuma, Bayram gibi kalabalığa çıkacağı-mızda mümkünse boy abdesti almalı, güzel elbise, temiz çorap giymeli zoğan sarımsak yememelidir.
10. Camiye geldiğimizde neresi boşsa oraya oturmalı, cemaatın üzerinden atlayarak ileri geç-meye çalışmamalıdır.
11. Çay kahve meşrubat v.s gibi şeyler dağı-tırken, veya bir kalabalıkla musafahalaşırken kendine göre sağdan başlamalı
(Eleymenü feleymen...)
12. Yemekten önce ve sonra elleri yıkamalı
Yemekten evvel elleri yıkamak hastalıklara, yemekten sonra yıkamak da fakirliğe kalkandır buyurulmuş.
13 Bir ziyafete katıldığımızda ev sahibine teşekkür etmeli

Tesbihatlar

Namazdan sonra yaptığımız tesbihatın delili var mı? Üstad bu tesbihatı Peygamberimiz (a.s.m.)'den mi öğrenmiş? Bir de avuç içi aşağıya doğru çeviriyoruz, bunu Peygamberimiz yapıyor muydu?

Yazar: Sorularla Risale, 19-5-2010
Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber ve Lailahe illallah kısımları sahih hadis kitaplarında geçer. Daha sonrası ise aslı sünnete dayanmakla beraber lafızların hepsi dayanmayabilir ama bu "sünnete muhaliftir" anlamına gelmez. En azından zikirdir, zikir de Allah'ın sarih bir emridir.

NAMAZ TESBİHATI İLE İLGİLİ BAZI AYET VE HADİSLER:

“En güzel isimler Allah'ındır. O isimlerle ona dua edin.” (Âraf Suresi, 7:180)

Tesbihat, Üstadımızın çok ehemmiyet verdiği dua, zikir ve tesbihlerden ibaret, kaynağını Peygamberimiz (A.S.M) ve İslam âlimlerinden alan çok sevaplı bir ibadettir. Nisa suresinin yüz üçüncü ayetinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır. “Namazı kıldıktan sonra; ayaktayken, otururken ve yan yatarken Allâh’ı anın.” 

Üstad Hazretleri çeşitli sohbetlerinde: 

"Namazın sonunda tesbihat, namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.' "Tesbihatta, ´Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber' derken kalbi hüşyar bir mü'min o vakitte namaz kılan, ´tesbihat eden milyonlar mü'minler cemaatı arasına manen girer, onlarla beraber söyler. Hatta daha ileri gitse bütün zaman ve mekânlardaki mü'minlerle beraber olarak, ortada Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sağında enbiyalar, solunda evliyalar ve bütün müminler beraber tesbihat edebilir" demiştir. 
Bu kadar sevablı bir ibadeti kaçırmamak ve şirketi maneviyede yer alabilmek için farz namazlarından sonra bu tesbihatların yapılması çok önemlidir. Bu çalışmada hadislerden bir kısmı bulunmakta ve bu ibadette bulunan çoğu duaların peygamberimiz tarafından da yapıldığını görmekteyiz.

HADİSLER:

Bir gün başta Ebu Zer olmak üzere Muhacirlerin fakirleri Peygamberimize gelerek şöyle dediler:

“Ya Resulallah! Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve daimi nimetleri alıp gittiler. Çünkü onlar da bizim gibi namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar. Ancak onlar sadaka veriyor biz veremiyoruz, onlar köle azâd ediyor, biz edemiyoruz.”

Peygamberimiz onlara şu müjdeyi verdi:

“Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem hiçbir kimse sizden daha faziletli olamaz; meğerki sizin yaptığınız gibi yapmış olsunlar. “Her namazdan sonra otuz üç kere “Sübhânallah”, otuz üç kere “Elhamdülillah”, otuz üç kere “Allahuekber” derseniz tamamı doksan dokuz eder; yüzün tamamında da ‘Lâilâhe illallâh vahdehûlâ şerîke leh, lehü’l- mülkü velehü’l- hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derseniz, günahlarınız denizin köpüğü kadar da olsa bağışlanır.”(Müslim-Mesacid, 146)

“Şeytan, namazda iken her birinize gelir, "Şunu şunu hatırla" der, ve namazdan çıkıncaya kadar devam eder. (Bu hatırlatmaların neticesi olarak) kişi bu tesbihatı terk bile eder.”(Tirmizi Daavât, 25)

"İmanınızı “Lâ ilâhe illâllah” ile yenileyiniz." (Müsned, 2:359; Hâkim, el-Müstedrek, 4:256; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 1:52)

"Resülullah buyurdular ki: "Allah'ın celalinden zikrettiğiniz tesbih (Sübhanallah), tehlil (Lâ ilahe illallah) ve tahmid (elhamdülillah) cümleleri Arş'ın etrafında dönüp dururlar. Onlar tıpkı arı oğulu uğultusu gibi uğultu çıkararak, sahiplerini andırırlar. Sizden biri, Arş'ın civarında kendisini andırtan birisinin olmasından hoşlanmaz mı?"
Resulullah Haris Et-Temimiye şöyle buyurmuştur:

“Akşam namazını kıldığın zaman yedi defa ‘Allahümme ecirnâ minen nâr’ de. Şayet bu duayı okur, o gece ölürsen, Cenab-ı Hak seni cehennemden uzak kılar. Aynı şekilde sabah namazını kıldıktan sonra okur, o gün ölürsen yine cehennemden azat edilmiş olarak yazılırsın.”
İbnu Abbâs anlatıyor: "Resülullah teşehhüdden sonra şunu okurdu: "Allahümme inni eûzü bike min azâbi cehennem ve eûzü bike min azâbi'I-kabri ve Eûzü bike min fitneti'd-Deccâl ve eûzü bike min fitneti'I-mahyâ ve'I-memât. = AIIahım, ben cehennem azabından sana sığınırım. Kabir azabından da sana sığınırım. Deccal fitnesinden de sana sığınırım, hayat ve ölüm fitnesinden de sana sığınırım." (Ebu Dâvud, Salât 184)

Hz. Büreyde anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir adamın şöyle söylediğini işittim:"Allah'ım, şehâdet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allah'sın, birsin, Samedsin (hiçbir şeye ihtiyacın yok, her şey sana muhtaç), doğurmadın, doğmadın, bir eşin ve benzerin yoktur." Bunun üzerine Efendimiz buyurdular: "Nefsimi kudret elinde tutan Zât'a yemin olsun, bu kimse, Allah'tan İsm-i Âzàmı adına talepte bulundu. Şunu bilin ki, kim İsm-i Âzamla dua ederse Allah ona icâbet eder, kim onunla talepte bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir." (Tirmizî, Daavât 65, Ebû Dâvud, Salât 358)

Kim Sabah vakti üç kere ‘Eûzü billâhi’s-semîi’l alîmi mine’ş-şeytânirra-cîm’ der ve haşir suresinin sonunda üç ayeti okursa, Allah Teâlâ o kimse için akşama kadar dua ve istiğfar etmek üzere yetmiş bin melek vazifelendirir, o gün ölürse şehit olarak vefat eder. Kim bu ayetleri akşam vakti okursa aynı mükâfat ve dereceye ulaşır” (et Tâc,4;22)

“Yüce Allah Bakara Suresine iki ayetle nihayet vermiştir. Onları okuyana mükâfatını Arş-ı Âlâdaki hazinesinden verecektir. Onları öğrenin, hanımlarınıza ve çocuklarınıza da öğretin."

Ebû Ümâme anlatıyor: Allah Resûlüne “En ziyade dinlenmeye (ve kabule) mazhar olan dua hangisidir?" diye soruldu. "Gecenin sonunda yapılan dua ile farz namazların ardından yapılan dualardır!" diye cevap verdi." (Tirmizî, Daavât 80.)

Fadâle İbnu Ubeyd anlatıyor: "Resûlullah dua eden bir adamın, dua sırasında Hz. Peygamber'e salat ve selam okumadığını görmüştü. "Bu kimse acele etti" buyurdu. Sonra adamı çağırıp: "Biriniz dua ederken, Allahu Teâlâ'ya hamd u senâ ederek başlasın, sonra Peygamber'e salât okusun, sonra da dilediğini istesin." buyurdu. (Tirmizî, Daavat 66, Ebû Dâvud, Salât 358)

RİSALE-İ NUR’DA TESBİHAT VE ÖNEMİ:
Risalelerde geçen tesbihat ile ilgili kısımları istifadenize sunuyoruz.
 
"Ve teşrik-i mesai sırrıyla ve her has Nurcu, umum Nurcuların mânevî kazancına hissedar olmasıyla, mânen binler dille ibadet ve dua ve istiğfar ve tesbihat yapmaya hakikî uhuvvet ve ihlâs ile mazhariyetinizi rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz ve öyle de ümit ediyoruz." (Emirdağ Lâhikası-II)

"Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsül göstermesine binaen dedim: Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür.

Sonra, bu kelimenin hakikati böyle inkişaf etti:

Nasıl ki, risalete inkılâp eden velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) bütün velâyetlerin fevkindedir. Öyle de, o velâyetin tarikatı ve o velâyet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair tarikatların ve evradların fevkindedir.

Bu sır dahi şöyle inkişaf etti ki: Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nuranî bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüşyar bir zat namazdan sonra sübhânallah, sübhânallah deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın müvacehesinde yüz milyon tesbih edenler, tesbih elinde çektiklerini mânen hisseder. O azamet ve ulviyetle sübhânallah, sübhânallah der. Sonra o serzâkirin emr-i mânevîsiyle, ona ittibaen elhamdülillâh, elhamdülillâh dediği vakit, o halka-i zikrin ve o çok geniş dâiresi bulunan hatme-i Ahmediyenin (aleyhissalâtü vesselâm) dairesinde yüz milyon müridlerin elhamdülillâh, elhamdülillâh'larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde elhamdülillâh ile iştirak eder, ve hâkezâ Allahu ekber, Allahu ekber ve duadan sonra lâ ilâhe illâllah, lâ ilâhe illâllah otuz üç defa o tarikat-ı Ahmediyenin Aleyhissalâtü Vesselâm halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sabık mânâyla o ihvan-ı tarikatı nazara alıp o halkanın serzâkiri olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâma müteveccih olup “Elfü Elfi Salatin ve Elfü Elfi Selamin aleyke yâ Rasûlallah” der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm.
Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var. 
(Kastamonu Lahikası)

"Biz, onların bütün tazyik ve sıkıntı vermelerine karşı, imân-ı tahkiki kuvvetiyle ve sırrıyla kabre iman ile girmek ve şirket-i mâneviye ile her birimiz, yüzer lisanla dua ve tesbihat ve â'mâl-i saliha yapmak olan iki kudsî ve cihandeğer kıymetli ve medar-ı sürûr kazancımızla mukabele edip, geçmiş zahmetlerin sevaplarını ve mânevi lezzetlerini ve gelecek meşakkatlerin hazırda yokluğunu düşünerek, yalnız hazır saatteki musibete karşı, sabır içinde şükretmeliyiz." (Sirâcü'n-Nûr)

"Aziz, sıddık kardeşlerim, Şimdi zuhr namazını kıldım. Tesbihat içinde siz hatırıma geldiniz ki, her biri hem kendini, hem hanesindeki akrabasını düşünmekle mahzun olur. Birden kalbe geldi ki: Madem eski zamanlarda âhiretini dünyasına tercih edenler, hayat-ı içtimaiyenin günahlarından kurtulmak ve âhiretine hâlisâne çalışmak niyetiyle mağaralarda, çilehanelerde riyazetle hayatlarını geçirenler bu zamanda olsaydılar, Risale-i Nur şakirtleri olacaktılar. Elbette şimdi, bu şerait altında, bunlar onlardan on derece daha ziyade muhtaçtır ve on derece fazla fazilet kazanıyorlar ve on derece daha rahattırlar. " (On Üçüncü Şua)

"Ve hattâ camiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şâfiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarı sünnet iken, bana terk ettirilmeye çalışıldı." (Yirmi Sekizinci Mektup)

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Kelime-i Tevhidin tekrarla zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbuplardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan zatta bulunan hâsse ve lâtifelerin ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi, onların da, onlara münâsip şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir." (Mesnevî-i Nuriye, Hubab)

"Eğer talebe ise; her sabah mütemadiyen ismiyle bazen hayaliyle dahi yanımda hazır nazır olur,hissedar olur.

Eğer kardeş ise; Birkaç defa hususi ismiyle ve suretiyle dua ve kazancımda hazır olup hissedar olur. Sonra umum ihvanlar içinde dahil olup, rahmet-i İlahiyeye teslim ediyorum ki, dua vaktinde “ihvetî ve ihvanî” dediğim vakit onların içinde bulunur. Ben bilmezsem rahmet-i İlahiye onları biliyor ve görüyor.

Eğer dost ise; ve feraizi kılar, kebairi terk ederse umumiyeti ihvan itibariyle duamda dahildir.

Bu üç tabaka dahi, beni manevi dua ve kazançlarında dahil etmek şarttır. "
(Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup)

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. “Min haysü lâ yeş'ur” husûle gelir. Binaenaleyh, gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir. " (Mesnevî-i Nuriye, Hubab)

"Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani,

• Celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek;

• hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek;

• hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdü lillâh deyip şükretmektir.

Demek, tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler.

Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını tekid ve takviye için, şu kelimât-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir; namazın mânâsı şu mücmel hülâsalarla tekid edilir. "
 (Sözler, Dokuzuncu Söz)

"DÖRDÜNCÜ MESELE: “Ceddidû îmâneküm bi Lâ ilâhe illâllah” ın hikmetini soruyorsunuz… Onun hikmeti çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki:

İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüt ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünkü, zaman altına girdiği için, o ferd-i vahid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.

Hem insanda bu taaddüt ve teceddüt olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir. Daima tenevvü ediyor, her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İman ise, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilâhe illâllah ise, o nuru açar bir anahtardır.

Hem insanda madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar; çok vakit imanını rencide etmek için, gafletinden istifade ederek, çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar.

Hem zâhir-i şeriate muhalif düşen ve hattâ bazı imamlar nazarında küfür derecesinde tesir eden kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için, her vakit, her saat, her gün tecdid-i imana bir ihtiyaç vardır."  
(Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup)

Kutlu Doğum

mevlid kandili , mevlid , mevlit

Mevlid Kandili (Kutlu Doğum)




Mevlid Kandili Nedir Anlamı bilgi ; İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen son ve en büyük peygamber, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) 571 yılında Kameri aylardan Rebiü'l-evvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bu mübarek geceye "Mevlid Kandili" denir.

O'nun doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti.

Sevgili Peygamberimizin tebliğ ettiği İslâm dini ile dünya aydınlandı, tek Allah inancı ile kalpler nurlandı. Eşitlik, adalet ve kardeşlik geldi. O'na inanan toplumlar gerçek huzura kavuştu. O'nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıçtır.

Bu gece, müslümanlar arasında yüzyılllardan beri büyük bir coşku ile kutlanmakta, Sevgili Peygamberimiz derin bir saygı ile anılmaktadır. Büyük Türk Alimi Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve asıl adı "Vesiletün'necat" olan mevlid kitabı O'nun doğumunu, üstünlüğünü ve mucizelerini en güzel bir şekilde dile getiren değerli bir eserdir.

Peygamberimizin doğum yıldönümlerinde okunan mevlidleri saygı ile dinlemek, O'nun mübarek ruhuna salât ve selâm okumak hiç şüphesiz büyük milletimizin Sevgili Peygamberimize olan engin sevgi ve bağlılığının bir ifadesidir.

Bununla beraber, O'nun ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenmek ve kendimize örnek almak başta gelen görevlerimizdendir. Asıl o zaman O'nun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz.
Yeryüzünü mânevî bir karanlık kaplamıştı.

Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden adeta mâteme bürünmüştü. Göz­yaşı döken gözler değil, ruh ve kalpler idi. Kalp ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilan edilmişti!

Yeryüzü saadetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan “tev­hid” inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası, ruh­ları ve kalpleri kasıp kavurmuştu. Gö­nüllerde tek mâbud yerine, birçok bâtıl ilâh yer almıştı! Hakikî sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.

İnsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vahşîleşmiş, küfür, şirk, cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zâlimin zulüm kamçısı al­tında mazlum inim inim inler hale gelmişti.

Âlem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve simalar mahzundu.

Akıl, ruh ve kalpleri mânevî kıskacı altına alıp olanca kuv­vetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah’ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi! Bütün bunlara son verecek bir zâtı, şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti!

İşte, o zât geliyordu!

Dünyanın mânevî şeklini beraberinde getirdiği nurla değiştirecek eşsiz in­san, Allah’ın Son Peygamberi geliyordu!

Cin ve inse ebedî saadetin yolunu gösterecek Hz. Muhammed (a.s.m.) geli­yordu!

O An…
Kâinat, hürmet ve haşyet içinde Efendisini beklemekte idi. Her varlık, ken­disine mahsus diliyle, hal ve hareketiyle bu emsâlsiz insana “hoş-âmedî”de bu­lunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi.

Tarih: Milâdî 571, Nisan ayının yirmisi.
Fil Vak’asından elli veya elli beş gece sonra.
Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi.
Mekke’de mütevazı bir ev. Günlerden Pazartesi. Vakit, vakitlerin sultanı seher vakti.
Bu mütevazı evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hadise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.), dünyaya gözlerini açtı!
Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve mâtemini unutarak sürura garkoldu. Karanlıklar, ânında nurla yırtılıverdi. Kâinat, sevinç ve heyecan için­de adeta, “Doğdu ol saatte Sultan-ı Din Nura garkoldu semâvât-ü zemin” di­ye haykırdı.

O vahşet devrinde kâinat ufkundan bir güneş doğdu. Bu güneş âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammmed Aleyhissalâtü Vesselam idi. Tarihin seyrini, hayatın akışını değiştiren bu eşsiz olay, dünyayı yerinden sarsan değişimlerin en büyüğü idi.

İşte insanlığın akıl ve kalbinde düğümlenen "Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" sorularını, düğümlerini çözüp kâinatın Sahibini ilân ve ispat edecek bir zatın teşrifi sadece insanların ruh ve kalbinde değil, diğer varlıklarda, hattâ cansız eşyada bile yansımasını bulacaktı.

Doğudan batıya bütün âlemin nurlara büründüğü, İlâhi değişimin tecelli ettiği o gece neler oldu neler?

Yahudi ileri gelenleri ve âlimleri kitaplarında daha önce rastladıkları işaret ve müjdelerin açığa çıktığını gördüler. Kimsenin haberi olmadan en önce onlar bu müjdeyi verdiler.

O gece Yahudi âlimleri semâya bakıp "Bu yıldızın doğduğu gece Ahmed doğmuştur" dediler.(1)

Bîr Yahudi İleri geleni Mekke'de Peygamberimizin doğduğu gece, içlerinde Hişam ve Velid bin Muğire, Utbe bin Rabia gibi Kureyş ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda,
- "Bu gece sizlerden birinin çocuğu oldu mu?" diye sordu.
- "Bilmiyoruz" diye cevap verdiler.
Yahudi, "Vallahi sizin bu ihmalinizden iğreniyorum!
"Bakın, ey Kureyş topluluğu, size ne söylüyorum, iyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin'in kudsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var" dedi.

Toplantıda bulunanlar Yahudinin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar. Her birisi evlerine döndüğünde bu durumu ev halkına anlattılar. "Bu gece Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular." haberini aldılar.

Ertesi gün Yahudiye vardılar:
"Bahsettiğin çocuğun bizim aramızda dünyaya geldiğini duydun mu?" dediler.
Yahudi "Onun doğumu benim size haber verdiğimden önce midir, sonra mıdır?" dedi.
Onlar, "Öncedir ve ismi Ahmed'dir" dediler. Yahudi, "Beni ona götürün" dedi.
Yahudi ile beraber kalkıp Hz. Âmine'nin evine gittiler, içeri girdiler.
Pegamberimizi Yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi Peygamberimizin sırtındaki beni görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Kendine gelip ayıldığı sırada,

"Ne oldu sana, yazıklar olsun" dediler.

Yahudi, "Artık İsrailoğullarndan peygamberlik gitti. Ellerinden kitap da gitti. Artık Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları da kalmadı. Araplar peygamberleriyle kurtuluşa ereceklerdir.

"Ey Kureyş topluluğu, ferahladınız mı? Vallahi size, doğudan batıya kadar ulaşacak bir güç, kuvvet ve bir üstünlük verilecektir" dedi.(2)

Kâinatın Efendisini dünyaya getiren bahtiyar annenin henüz dünyaya gelmeden görüp gördükleri çok manalıydı..

Peygamber Efendimize hamileyken rüyasında, "Sen, insanların en hayırlısına ve bu ümmetin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman 'Her hasetçinin şerrinden koruması için bir ve tek olana sığınırım' de, sonra ona Ahmed yahut Muhammed ismini ver."

Yine kendisinden çıkan bir nurun aydınlığında bütün doğuyu ve batiyi, Şam ve Busra saray ve çarşılarını, hattâ Busra'daki develerin uzanan boyunlarını gördüğünü Abdülmüttalib'e anlatmıştı.(3)

Aynı gece Hz. Âmine'nin yanında bulunan Osman ibn Âs'ın annesinin gördükleri de şöyle:

"O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük."

Evet bu ulvî anı dile getiren Mevlid'in yazarı Süleyman Çelebi bütün bu hakikatleri şu beytiyle şiirleştirmiştir:

"Hem Muhammed gelmesi oldu yakin
Çok alâmetler belürdi gelmedin"

Rabiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, Miladi takvime göre 20 Nisan'a denk gelen gece idi.

Dünyayı şereflendiren iki Cihan Serverinin üzerini o günün bir âdeti olarak bir çanakla kapattılar.

Araplara göre o zaman, gece doğan çocuğun üzerine bir çanak koymak ve gündüz olmadan ona bakmamak âdetti. Fakat bir de baktılar ki. Peygamber Efendimizin üzerine konulan çanak yarılarak ikiye ayrılmış, Efendimiz gözlerini gökyüzüne dikmiş, başparmağını emiyordu.(5)

Evet, bu işaret her türlü küfrün, zulmün, şirkin ve her türlü bâtıl inanç ve âdetlerin parçalanıp yok olması, imanın, nurun ve hidâyetin kâinatı aydınlatması için gönderilmiş bir Peygamber idi.

Aynı gece Kabe'de tapılmakta olan cansız putların çoğunun başaşağı devrildiği görüldü.

Aynı gece Kisra sarayının beşik gibi sallanıp on dört balkonunun parçalanıp yerlere düştüğü öğrenildi.

Sava'da mukaddes tanınan gölün suyunun çekilip gittiği görüldü.

Bin senedir yakılan ve söndürülmeyen mecusi ateşinin sönüverdiği müşahede edildi.

Bütün bunlar işaret ve alamettir ki, yeni dünyaya gelen zat ateşe tapmayı, puta tapmayı kaldırıp, Fars saltanatını parçalayarak Allah'ın izni olmadan kutsal tanınan şeylerin kutsallığını ortadan kaldıracaktır.(6)

İşte bu geceye Veladet-i Nebi gecesi diyor ve onun bütün kalbimizle, ruhumuzla her sene yeniden yâd edip kutluyoruz. Bütün kâinatla bu geceyi karşılayarak onun âleme teşrifine kıyam ediyoruz.
Getirdiği ebedi nura, açtığı saadet caddesine ve sünnet-i seniyyesine yeniden sımsıkı sarılmak ve Mevlid Kandilini vesile ederek ona yeniden biatimizi, bağlılığımızı tazelemek ne yüce bir şeref ve ne büyük bir saadettir.

Yüce Rabbim bizleri sevgili Resulünün şefaatine nail eylesin.

Kaynaklar:
(1)İbn-i Sa'd, Tabakat, 1:60.
(2)A.g.e, 1:162-163.
(3)Taberî Tarihi, 2:125; İbn-i Sa'd, Tabakat, 1:102.
(4)A.g.e., 1:102.
(5)İbn-i Sa'd, Tabakat, 1:102.
(6)Bediüzzaman, Mektûbat,s:161,162.